17 Haziran 2015 Çarşamba

En Yakınındaki En Tehlikelisidir

Çok sonra yine geri geldim. Formdan düştüğümü de fark etmedim değil...

Venüs, ateşle oynadığının farkında değildi. Sevgilim ve arkadaşları o kadar tekin insanlar değildi. "Sakin olmasını ona da söyledim Venüs, inan bana. Ama o gitti. Üzgünüm. Elimden geleni yaptım. Beni de tehdit etti. Evine girdiğini anlayacak. Şu an bir çözüm bulmamız gerek." Bana baktı. Yine gözlerinde ıslak, üzgün ama fevri bakışlar vardı.
"Evine sadece girmekle kalmadım. Olay sadece o değil. Bana değer veriyor musun?"
"Tabiki! Annemden daha çok güveniyorum sana. Bilemezsin. Bazen tek gerçek arkadaşım olduğunu düşünüyorum."
"Öyleyse özür dilerim senden."
"Ne diyorsun Venüs? Neden özür diliyorsun?"
"Gideceğim. Öyle ya da böyle. Benim yüzümden senin de başının belaya girmesini istemiyorum. Özrümü kabul ediyor musun?"
"Evet, elbette. Eğer seni mutlu edecekse, özrünü kabul ediyorum." Ellerimi sıktı. Valizini topladı. Valiz dediğim de sadece bir sırt çantasından ibaretti. Gözyaşlarını sildi, çekmeceden bir pasaport çıkardı. "Pasaportun olduğunu bilmiyordum." Venüs'ü tanıyamıyordum, yaptıkları, söyledikleri... Ayrıca benim odamda o pasaportun ne işi vardı? Her şey o kadar saçma ve anlamsız geliyordu ki! O sırada bir takırtı geldi. Ne olduğunu anlayamadım.
"Duydun mu? O neydi? Claire, duydun değil mi?"
"Evet duydum." Bir daha aynı ses. Bir daha. Ve bir daha. 
"Biri pencerene taş atıyor." Venüs, perdeyi hafifçe aralayarak baktı, aşağıya. "Benden sevgilin olduğunu gizlemene gerek yoktu." dedi ama sesi o kadar kırgındı ki. Ne diyeceğimi şaştım. "Sen ön kapını oradaki ışığı aç. Ben arkadan çıkacağım. Claire.. Ah, sana bir anlatabilsem. Ama anlatamam. Sevgilin sana iyi baksa iyi olur. Sana kötü davranırsa ruhumun ona musallat olacağını söyleyebilirsin. O iyi biri değil ama artık ben de iyi biri değilim." İşler gittikçe sarpa sarıyordu.
"Pasaport senin mi?"
"Ah, hayır tatlım. Komik olma. Pasaport, Veronica Johnson'a ait."
"Çaldın mı? O kim?" Aldığım tek cevap sessizlik oldu. Odanın ışığını kapadı, aşağı indi. Kapkaranlık holde bana sarıldı. Bir şey demedi ve benim girişin ışığını açmamı bekledi. Arka kapıdan öylece çıkıp gitti. Jason'a kapıyı açtım. Geceleri bu saatlerde gelmeyi resmen gelenek haline getiriyordu bu çocuk! 

Jason içeri girdi. Beraberinde getirdiği korkuyu da hissediyordum. Biri arkadaşının evine girmişti, sinirliydi korkuyordu ve yapanın benim arkadaşım Venüs olduğundan emindi. "Daniel onu öldürecek. Burada mı o? Nerede?" Burada olmayışı onu ikna etmemişe benziyordu. Ellerimi beline doğru uzattım. Sarılacaktım. Sadece sarılacaktım. Ama cebinde.. Cebinde silah vardı. Benim anladığımı fark edince tereddütsüz çekti silahı. Saniyelerle oynuyorduk. Işık söndü. Evde biri daha vardı. Jason umursamazdı.
"VENÜS! LANET OLASI! YA GEL. YA DA CLAIRE ÖLÜR!" Saniyeler.. Evet saniyelerde oynuyorduk. Zorla nefes almaya çalıştım. Akciğerlerim, kalbim, beynim hepsi kontrolden çıkmıştı. Sevgilim. Bana. Silah. Çekmişti. Gözlerini inceledim. Dudaklarına baktım, titriyordu. Fısıldayarak benden özür diledi. "Bunu yapmazsam, Venüs'ün bulaştığı pislik bana bulaşacak. Ben öleceğim." Silahı alnıma dayadı. Ne kaçma ne de caydırma şansım vardı.
"Seni sevmiştim. Alnıma silah dayamana rağmen sanırım hala seviyorum." Metalin soğukluğu ve sertliğini alnımda o kadar net hissediyorum ki. Son anlarım. Venüs önceden "Öldürürler beni." dediğinde inanmam gerekirdi. "Neler oluyor?" dedim.
"Venüs bulaşmaması gereken işlere bulaştı. Önceleri sadece uyuşturucu meselesiydi. Borcu büyüdü. Söz verdiği şeyleri yapmadı. Borcu benim arkadaşıma vardı işte. Ondan çalıp ona geri verecekti. Para zaten işaretliydi anlardık verdiği zaman. Ama o sahte belge için harcadı parayı. Parayı verdiği adam yine bizim adamımızdı." Derin bir nefes aldım. Bütün cesaretimle silahı ittirdim, Jason silahı ateşledi. Omzum yanarcasına açıyordu, geriye savruldum. Çığlık attım. Koşmaya başladım, evden çıktım. Peşimden geleceğinden adım gibi emindim. Gelmiyordu. Koştum. Venüs'le kullandığımız, arka bahçeden anayola giden patikaya saptım. Çamura bastım, etrafa su ve çamur yayıldı. Sesi duydum. Umursamadım. Sonra ne durumda olduğunu görmek için paçalarıma baktım. Her şey çok hızlı yerleşiyordu yerine. Paçamdaki çamur değil kandı. Yerde bit pasaport vardı. Eğilip aldım. Koşmaya devam ettim. Ağaçların arkasına gizlendim, ayak sesleri vardı. Açıp pasaporta baktım. Veronica Johnson. Fotoğrafı seçemiyordum bir türlü. Ağacın dallarının arasından süzülen bir ışık demetine doğru kaldırdım pasaportu. Çok açık sarı saçlı garip bakışlı bir kadın vardı karşımda. Ve yüz fazlasıyla tanıdıktı. Venüs..
Tekrar sesleri duyduğum zaman artık çok geçti. Jason'un ellerini tanıdım. Ağzımı kapattı. Başladığını bitirmeye geldiğinden emindim..

Uyandı.
Hastanede omzu sargılıyken uyandı ama bir gözü görmüyordu. Doktorlar mucize dediler. O bir daha uyanmak istemedi.

1 Ocak 2015 Perşembe

It's Time To Wake Up

Uzun süredir yazmıyorum farkındayım, 1 yıl oldu evet.. Ama yine geri döndüm.

Fazla güzel gözleriyle süzmeye devam etti beni.
Fazla güzel gözleriyle süzmeye devam etti beni. Elindeki bıçağa baktım, iki karış uzunluğundaydı. Arkadaki koltukta, az önce boynunu kestiği sevgilisi oturuyordu. Boynundan hala kan akıyordu, vücudu hala sıcaktı. Yanağında Nicki'nin ruj izi duruyordu öylece, sanki James her an ayaklanacakmış gibiydi.
"Görmemen gereken şeyleri görmekte üstüne yok Emma," dedi. Elinde tuttuğunu bıçaktan yere kan damlıyordu. "Sana daha fazla iş çıkarmayayım.." Kar beyaz elbisesinin eteğine bıçağı siliverdi.
Küfür etti, "Bak senin suçun bu. Elbiseyi James almıştı."
"Ne yapıyorsan kendine yapıyorsun Nicki." İsmini büyük bir tiksintiyle söylemiştim.
Güneş gözlüklerim hala takılıydı.
"İsmimi söyleyişinden hoşlanmıyorum." Güneş gözlüklerim hala takılıydı. Nicki, yüzüne sıçrayan kana götürdü parmağını ve yaladı. "Yapabileceklerimden korkman gerek Emma, inan bana şu an çok zor bir durumdasın." Titredim. Hava soğuktu. Nicki'nin yüzünde memnun bir gülümseme oluştu.  Korkudan titrediğime yorması muhtemeldi. Bunu daha fazla sürdürmek istemedim.
Elime baktı. Lolipopu ağzıma götürmeden önce bir kahkaha attım.
Emma şu ana kadar oynadığım oyunun, oynadığımız oyunun farkında değildi.
"Biz genelde 2-3 gündür tanıdığımız insanlara güvenmeyiz. James'le tanışalı ne kadar olmuştu?"
Gözlüklerimi çıkardım.
"1 hafta kadar olmuştu."
"Bu onu tanıman için yeterli bir süre değil." Gözlüklerimi çıkardım. "Benim birine güvenmem genelde 75 yılı buluyor." James'i işaret ettim. "Onunla 253 yıldır beraber avlanıyoruz."
"Anlamıyorum..."
Yüzünde yine o hınzır gülüş vardı.
"Anlayacağını sanmıyorum. Şu an kansızlık yüzünden üşüyorum. James de yakında zarar görecek." James tam zamanında kıpırdanmaya başladı. Bu sefer Fransızca konuşuyordu. Cevap verdim, normale geri döndü.
"Bayanlar önden," dedi James. Yüzünde yine o hınzır gülüş vardı.

Uyandı.
Ellerinde kan vardı..

11 Ocak 2014 Cumartesi

First 13th Friday Without You Guys

"O gün, tüm diğer 13. Cuma'larda yaptığımız gibi, kızlarla birimizin evinde buluşmayı planlamıştık. 13. Cuma korku gecesiydi ya da o güne göre lanet gecesi olabilirdi. Sadece birbirimizi korkutarak geçirdiğimiz küçüklük günlerimizden kalma, bir araya gelme bahanesiydi. Basit. Anlamlı.
O günü lanet gecesi saymamız demek, birimizin kötü bir gün geçirmesi yüzünden lanetlendiği üzerinden fikir yürütme muhabbetinin döndüğü, sıkılırsak hiç olmadı mısır patlatıp film izlediğimiz bir gün olurdu.
Gece korku gecesiyse, o gece sadece bir araya gelmeyi planlamışız ve günümüz gayet normal geçmiş demekti.
Ama dün, yani yeni yılın ilk 13. Cuma'sında işler her zamanki gibi gitmedi." dedim. Herkes bana soran gözlerle bakıyordu.
"13. Cuma saatsel olarak yeni başladığında, henüz iki dakika geçmişti, Yeliz aradı.
'Gelemiyorum, lütfen kusura bakma. Bu günün özel olduğunun ve hepimizin toplanması için nadir bir bahane olduğunun da farkındayım. Ama gelemem,' dedi.
'İyi bir sebebin olsa iyi olur!' dedim çıkışarak. Artık hayatlarımız eskisi gibi boş değildi, hepimizin bir işi, bir ailesi vardı ve 13. Cuma buluşmaları senenin ajandalarını aldığımızda belirlerdik. Bu yüzden başka bir güne ayarlamak.. Nasıl söyleyebilirim ki, imkansız gibiydi." Yavaş yavaş anlatıyordum çünkü hala hazmetmesi zordu.
"Anlıyoruz. İstediğin gibi anlat, biz buradayız, sakin ol ve mümkünse bir şey atlamamaya çalış." derken görevli, ben o klasik Amerikan filmi sahnesini yaşıyordum. Apartmanın önüne çökmüş, sırtımda bir battaniye, elinde not defteri olan bir kaç insana bir şeyler anlatmaya çalışıyordum.
" 'Annem...' dedi. İç çekişinden yine her zamanki gibi sessiz sakin ağladığını anladım. Sesi normal gelirdi ağladığını anlayamazdınız ama süt dökmüş kedi gibi hali olurdu ve bu onu ele verirdi. Nasıl hayal edebilirdiniz bilmiyorum bu ağlama şeklini ama bunu bilen bir tek ben kaldım, idare edin. Neyse. Annesini hastaneye kaldırmışlardı ve refakat için yanında durabilecek bir tek Yeliz vardı. Zaten yalnız bırakmazdı onu. Kızlardan bir tanesinin oğlu okulda kavga etmişti ve eve yüzü gözü morarmış eve dönmüştü. Bu ilk kez olan bir şeydi evlerinde. 5 kişiydik. 2'si daha öğlen 12'den gelemeyeceğini söylemişti. Azra'ya sorsanız bu tam bir 13. Cuma alametiydi. Bir arada olamazsak sonsuza dek ayrılacağımızı inanırdık... Ah, çok komik geliyor şimdi. O zaman da 13 yaşındalardı. Ben onlardan 1 yaş küçüğüm.. Candan, Azra'sız gelmezdi zaten. Bu da kesindi. Geriye Serpil kalıyordu... O sarhoş şoför ona çarpmadan önce... Yeni bir işi olmuştu oysa..!"
Uyandı.
Aynı rüyayı kim bilir kaçıncı kez görmenin garipliğine uyandı.

27 Aralık 2013 Cuma

Yalnızlık Cesaretti

Ne olacağına dair bir fikrim yoktu. Aklım geride bıraktıklarımdayken bir de yeni bulacaklarımı düşünüyordum. Otobüste horlayan amcalar, dedikoduyu bir türlü bırakamamış teyzeler o kadar boldu ki! Onların her yaptıkların da, her söylediklerin de bir amaç hissettiklerini görüyordum. Ben kendimi bu kadar boş hissederken onların bu kadar umursamaz, en ufak bir şeye o kadar değer veriyor olmaları enteresandı.
Ön tarafta oturanlardan bir çığlık geldi. Öyle dehşet dolu ve tiz bir çığlıktı ki...
Otobüs sağa doğru savruldu ve yandaki tarlaya girdik. Herkes bulduğu ilk yere tutunmaya çalışıyor, sağlam durmaya çabalıyordu ama pek başarılı olabildiğimiz söylenemezdi.
Otobüste küfürler başladı. Kurtulduk iç geçirmeleri, huzursuz konuşmalar dolandı etrafta.O kötülüğü, gerginliği havada elinizi uzatsanız yakalayacaktınız sanki. Durmuştuk tarlaya girince, 5 dakika kadar. Sonra yine hareket ettik ama yola doğru değil. Tarlanın içinden gitmeye devam ediyorduk. Etraf zifiri karanlıktı, otobüsün camlarına baktığınızda içerideki insanların yansımalarını görebiliyordunuz sadece. Kimse nereye gittiğimizi bilmiyordu. Tekrar bir fısıltı dolaştı etrafta.
"AFFEDERSİNİZ AMA NEREYE GİDİYORUZ BİZ? YOLDA OLDUĞUMUZU SANMIYORUM!" diye bağırdı birisi, hepimizin duygularına tercüman olmuştu bir anda. Ama yanıt gelmedi. Bağıran kişi sol çaprazımda oturuyordu. Dönüp ona baktığımda direkt olarak bana baktığını fark ettim. Bana bakıp gülüyordu. Gerildim. Bir şeyler biliyordu ve bilmiyor gibi davranıyordu bu adam. Bu adam tehlikeliydi. Bakışları beni resmen delip geçiyordu, bana bir kastı vardı bu adamın. Otobüs durdu.
Otobüsün kapısını açtılar. Bir kaç kişi aşağıya indi. Ben de indim.
Sahildeydim. O gülen adam karşımda bağdaş kurmuş oturuyordu. Kalkmak istedim, bağırmak istedim. Tanıdık birilerini görmek istedim. Oysa ki hepsi kilometrelerce geride benden habersiz bir şekilde hayatlarına devam ediyorlardı. Ben onları terk edince onlar da beni terk etmişlerdi yani. Farklı olmalarını istedim. Benim onlara yaptığımı onlar bana yapmasın istedim. Ama zaten onlar göze göz, dişe diş düzeyindelerdi ki ben onları arkada bırakmak istemiştim.
Yalnızdım. Karşımdaki adamın elindeki bıçak hayatımı tehdit ediyordu. Benim için kimse gelmeyecekti, gelmiyordu.
Uyandı.
Yalnız olmadığını bilmenin mutluluğuyla uyandı..

13 Aralık 2013 Cuma

The Bridge

Köprünün üzerinde yürüyordum. Yanımdan arabalar vızır vızır geçiyordu, azalan şeritten geçmeyi başaran arabalar alabildiğine hızla ilerliyor gibiydi bugün. Bir ilk gibiydi.
Köprü iki yana sallanıyordu sürekli, hissediyordum. Güvende olmadığımı söyleyen bir şeyler vardı. Tehlike kokuyordu yine ortalık. Kimi insanlar bağıra bağıra sağa sola koşuştururken ben yerimde donmuştum gibiydim. Vücudum orada sadece duruyordu. İnsanlar omzuma çarparak, ayaklarıma basarak etraftan geçiyordu, ama hareket edemiyordum. Bütün olanlar benim dışımda gerçekleşiyordu. İzliyordum. Sadece dışarıdan izleyebiliyordum, elimden tüm gelen buydu. Tekrar hareket edebilme arzusuyla resmen yanıp tutuşuyordum.
Ama olmuyordu. Bütün bu çabalarım umutsuzcaydı. Kendimi dışarıdan görmeyi bırakıp olaya dahil olmak istiyordum. Böylesi çok zordu kaçmak istiyordum ama olmuyordu. İnsanlar Avrupa yakasından Asya'ya doğru bir koşu koparmış gidiyordu da, NEDEN?
Bir şeyden, bir sonuçtan korkar gibiydiler. Arabasına atlayabilen arabasıylaydı ve kimse durup da birisini arabasına almıyordu. Etraf otostop çekmeye çalışıp en sonunda vazgeçen insanlarla doluydu ve artık insanlar otostop çekmeye çalışmaktan bile vazgeçmişti.
Geceleyin yanan ışıklar, FSM'nin üstünde hala duruyordu. Nasıl olduğuna anlam veremiyordum.
Köprüde bir patlama oldu.
Kulaklarım.
Çınlıyordu. Yine hissediyordum ama his güzel değildi. Kulaklarımı kapatıp yere yığıldım. Denize parçalar halinde asfalt düşüyordu. Koşamadım. Başım çok ağrıyordu ve düşünecek halim cidden ne yoktu.
Artık ne olursa olsundu. Yetmişti. NE olduysa beni bitirmişti artık ve içimdeki isteği, hevesi emip götürmüştü artık!
Ve benim de üstünde olduğum asfalt parçası yere düşüyordu. Yaptığıma kendim de anlam veremeyerek o parçaya tutunmaya çalıştım ama çabam boşunaydı. Asfalt fazla hızlı düşüyordu, suya girerken, asfaltın üstündeydim ama suyun içinde asfaltın altında kalmıştım. Geniş bir parçaydı ve ben onun altından yüzerek çıkamıyordum. Asfalt gittikçe derine doğru ilerliyordu ve beraberinde beni de götürüyordu.
Kenarına ulaşabilirsem, yüzeye çıkmaya çabalayacağıma dair söz verdim kendime.
Çünkü artık çok dibe gitmiştik ve bunu söz vermek önemliydi, nefesim yetmezse yüzeye çıkamazdım.
Bir hevesle asfaltın yanına geçebildim, artık asfalt aşağıya doğru giderken beni de götürmüyordu ama artık ben kendimi yukarı götüremiyordum ayağıma kramp girmişti. Yüzmem mümkün değildi.
Ellerimle çabaladım. Yetmedi. Yukarıda yanan ateşi görürken ciğerime dolan suyu hissettim.
Yetti dedim.
Uyandı.
Nefes alamadı.

29 Kasım 2013 Cuma

The Room

Anneannemin evindeyiz, odanın şeklinden, eğimli yerinden, üstünde uyumaya çabaladığımız koltuklardan anlıyorum. Bir de balkon kapısının yerinden... Ama balkon kapısının 2-3 metre kadar sağında bir kapı daha var. Biliyorum arkasındaki laneti. Hissediyorum. O lanet sanki daha önceden benim kalbimi esir almış, bana sahip olmuş gibi geliyor, anlam veremiyorum.
Kapıya iki kere tıklıyorum, "Anne ben bir daha girmek istiyorum oraya," diyorum anneme bakarak. Annem bilmem dercesine bakıyor suratıma ve bana o öyle bakarken kapının dehşetle gıcırdayarak lanetli odaya doğru açılmasını duyuyoruz. Cadının yüzünü hissediyorum. Nefesi yüzüme değiyor adeta, gözleri ve o dağınık saçma sapan saçlara baka kalıyorum. Benim yanımda olduğunu hissettiriyor bana lanet.
"Anne ne olur kapat! Yalvarırım anne, lütfen, n'olur!"
Ama annem ben ne kadar yalvarıyorsam o kadar uyuşuk davranarak aheste bir biçimde cebinden kapının anahtarını çıkarıyor. Sözde kapı kilitli olursa güvende olacağız. İçeriye bakmadan kapıyı çekiyor ve yine aynı uyuşuklukla kapıyı kilitleyip anahtarı da üstünde bırakıyor. Ablamın bana bakıp, beni aşağılarcasına güldüğünü görüyorum ama benim hissettiğim o nefesi onun hissetmediğini de biliyorum. Annemin yanına uyumaya gidiyorum. Aynı odada üç yatak yapmışız, anneannemin koltuklarına...
İçeriden gelen sesleri dinliyoruz. Lanet bana arkadaşlarımın isimlerini fısıldıyor. Kapıyı açmak laneti uyandırmış sanki. Tam uyuyacakken biz, dış kapı çalıyor. Kalkıp delikten bakıyorum. Ablamı onun çok eskiden kullandığı bir şapkayı giymiş bir halde, yanında kuzenimle görüyorum. -Kuzenim ablamdan 1 yaş büyük- ama ikisi de yıllar öncesinin görünümündeler. Çok garip diye söylenirken kendi kendime, ablam geliyor yanıma.
"Gelen kimmiş?" diyor, kapıyı işaret ediyorum baş parmağımla. Duraksıyorum biraz.
"Abla az önce sen geldin," Annem duyuyor bunu.
"Çabuk saklanın çabuk!" diyor telaşla. Anneme öyle safça güveniyorum ki, anlayamıyorum bile niye saklanmamızı söylediğini ama itaat ediyordum. Balkon kapısını açtım, balkona çıktım. Lanetli odanın da bir balkon kapısı vardı ve ne şansı ki sonuna kadar açıktı! Bu sayede ablamın bütün sakinliğiyle kapının kilidini açıp lanetli odaya girdiğini gördüm.
"Abla yalnı- yalnız- nereye girdiğinin farkında mısın?" diyorum kekeleyerek ve kendimi tekrar uyuduğumuz odaya, anneannemin salonuna atıyorum. Annem hızla kapıyı kilitliyor, hem de ablam odadan çıkmaya çalışırken. Ablamın sol bacağı, sol kolu odanın içinde kalıyor. Bir hayalet gibi kapının içinden geçebiliyormuş gibi, ama kilitlenince kapı ablamın resmen ortasında kalıyor. Ablam kafasını çeviriyor ve anneme kolunun, bacağının ve telefonunun içeride kaldığını söylüyor. Annem en rahat haliyle kapıyı geri açıyor.
O kapı kilitli olsa bile en başından beri lanetli odanın balkon kapısı açıkmış meğer... Zil bir yandan çalmaya devam ediyor. Ben bir anneme, bir ablama bakarken neyin, kimin gerçek olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Zil zırıldıyor kafamın içinde.
Uyandı.
Saat 7'de uyandı.
Bir daha da uyuyamadı.

22 Ağustos 2013 Perşembe

Göl

Yatağımda müzik dinliyorum. Uyanmışım ama yataktan kalkasım yok gibi. Annemle babam yine kavga ediyor duyuyorum bağrışmaları. Kalkıp kapımın kilitli olup olmadığı kontrol ettikten sonra tekrar yatıyorum yatağıma. Annemin ağlayışını ya da babamın sinirli yüz ifadesini görmeye hiç niyetim yok. Saati kontrol ediyorum, babamın bu saatte işte olması gerekiyor normalde. Bir terslik olduğu belli. Müziğin sesini dışardakileri duyabilecek kadar kısıyorum.
Annem "HAYIR!" diye bağırıyor. Evde bir arbede yaşanıyor, kulaklığın tekini çıkartıyorum. Adımlar odama doğru yaklaşınca biri duvara çarpıyor. Babam anneme hayatta vurmaz. Yataktan kalkıp kapının 1 adım kadar gerisinde duruyorum. Kafamı uzatıp kapıya dayıyorum. Ne olduğunu duyabilmek amacım. Sağ kulağım kapıya dayalıydı şimdi sol kulağımda Radiohead - House Of Cards çalmaya devam ediyordu kulaklıkta.
İlk önce havayı yarışını, o ıslık gibi sesi duydum. Kapını arkasında biri vardı. Kafamı kapıdan çekmemle baltanın kapıya saplanması bir oldu. Baltanın kapıdan geri alınışını izlerken ayağıma bir şey değdi.
Sıcak.
Parmaklarımı oynatınca sıvı şey parmaklarımın arasında dans etti.
Başımı eğip baktım.
Kan.
Kan gölü.
Kapımın altından kan sızıyordu. Kendimi zıplayarak yatağıma attım, bir yere basarsam lekesi çıkacaktı.
Kendimi kurtarmaya odaklandım. Balta şimdi ikinci kez kapıma saplanmıştı. Bir havluyla ayağımdaki ıslaklığı giderip çorap giydim. Ayakkabılarımı kapıp balkondan aşağı mı atlasam yoksa yandaki odaya mı geçsem diye düşünürken balta bir kez daha kapıma saplandı. Balkona çıktım. Evin içi çok tehlikeliydi. Aşağıya atladım.
Apartmanın sağına doğru gitmeye başladım. Köşeden kontrol ettim, ileride kimse yoktu.
Diğer köşeyi döndüğümde birine çarptım. Iri yarı, dişleri kirli, pis bakışlı bir adam beni kollarımdan tutuyordu şimdi.
"Ne bu acele küçük hanım?"
"Bırak beni!" Debelenmeye başladım. Adamın bana vurmasıyla gün ışığı gözlerimi terk etti.
Uyandı.
Uyuduğundan farklı bir yerde uyandı.